enis akın ile konuşma

‘KEKEME TÜRK ŞİİRİ’ ÜZERİNE

Cuma Duymaz - Enis Akın

Cuma Duymaz: Ocak 2009’da Ebabil Yayınlarından çıkan Kekeme Türk Şiiri adlı kitabınız hem kendi şiir serüveninizin kodlarını çözmek, hem de cumhuriyet sonrası Türk şiirinin uğradığı önemli durakları işaret etmek adına son derece önemli bir kitap. Kitapta her ne kadar bir ‘erdem’ olarak nitelediğiniz kekemeliği hayat karşısında kekeme olanların ve kekeme olmaya cesaret edebilenlerin kurdukları farklı bir dil olarak tanımlasanız da; biçimsel kekemeliğin de bir şiir tekniği olarak göz ardı edilmeyeceği muhakkak. Bu bağlamda kekemeliği teknikten ziyade bir gerekçe olarak aldığınızı söyleyebilir miyiz?

Enis Akın: Kekemelik ya da genel olarak bir insanın eksiklikleri dünyaya başka bir gözlükle bakma olanağı sağlayabilir evet, ama heceleri arka arkaya dizmek kadar kolay bir şeyden mi söz ediyoruz hakikaten, buna bakmak lazım. Elbette benim kastettiğim kekemelik, dile ilişkin bir yıkanma imkânı olarak önemli, diğeri sadece bir sahtelik imkânı daha olurdu. “Hayat karşısında kekeme olma” bazen bir şiire gitmenin gerekçesi olabilir elbette ama her şiiri açıklamasının mümkün olduğunu zannetmiyorum.
     Bence şairlik önce bir yetenektir. Şairsinizdir ya da değil. Önce yetenek sonra çalışma. Bir insanın yetenekli olduğunu nasıl anlarsınız? Yaptığı işi çok kolay gösterir, “ben de yapabilirim” duygusu yaratır. Garip Şiirinin en büyük şanssızlığı belki de Orhan Veli’nin çok yetenekli olmasıydı, şiirden eski sanatları atarken bunu öylesine kolay yapılır bir biçimde gösterdi ki, ardından “herkes şair oldu”. Oysa Orhan Veli şairdi, şiir yazıyordu; şiir tekniklerini, ses uyumunu, divan şiirinin sanatlarını bu yeni dilin kabul edilmesi için çok başarılı ve neredeyse şeffaf bir biçimde uyguladı. Hiçbir yenilik eskilerden bir bıçakla kesilmiş değildir, kafiyeyi şiirden atabilirsiniz örneğin, ama şiir bunlardan ibaret değildir, şiirin başka özellikleri vardır, bir sedası vardır, bir iç kafiyesi vardır, bir tınısı, bir müziği vardır, kendine has bir aklı vardır. Hepsini birden atamazsınız, hatta birini atarken diğerlerini atmamak zorundasınız. Garip Şiiri öncelikle şiirdi, yoksa serbest nazımla yazılmış tarz şiirler üzerine, ondan daha eski denemeler de var, ama tutmadı. Tutmamasının sebebi önceki denemelerin şiir olmaması, bir şair tarafından yapılmaması. Örneğin Ercüment Behzad Lav bir deneycidir, bir laboranttır, ama bir şair değildir. Şimdi sadece bir antika değeri var, alıp köşeye koyuyoruz, ama hiçbir zaman hayatı veya diğer şairleri etkileyebilmiş bir şair olmadı. Şair olmak başka bir şey.
CD: Garip dönemini daha çok Orhan Veli’yle işaret ediyorsunuz sanırım.
EA: Evet. Oktay Rifat ile Melih Cevdet asıl şiirlerini Garipten sonra yazdılar; Garip içindeki işlevleri Orhan Veli için daha çok bir katalizör, bir stimülatör olmaktı. Orhan Veli o dönemde çok baskın, söyleşileri de şiir gibi okunabiliyor.
CD: Dil sürçmelerinin(parapraksi) sadece kişinin konuşmasındaki değil davranışlarındaki kaymaları da içerdiğini vurguluyorsunuz. Ama meseleyi şiir çerçevesinde düşündüğümüzde “hayattaki bir tutukluğu, bir sakatlığı, bir arızayı, bir endişeyi aktarmak” kaygısı ön plana çıkıyor. Bu da bizi bahsettiğiniz manada ‘kekemelik ve şiirde anlam’ ilişkisine götürüyor. Ne dersiniz?
EA: “Aktarmak” kelimesi kekemelik kavramına verdiğim anlamı biraz esnetiyor, kabul ediyorum, ancak kekemeliğin illa bir “eksiklik” olarak görülmemesi gerekir diye de düşünüyorum. Tasarlanmış bir kekemelik olamaz mı? Bir kekeme ne söylediğinden bağımsız olarak, sadece bir şeyi anlatmak için kekeliyor olmakla da bir şey anlatmaz mı? Anlatamamak diye bir anlam yok mu ve zaten şiire götüren yollar önemli ölçüde buradan geçmiyor mu? Ama elbette “tasarlanmış” deyince Orhan Veli’nin “anlatamıyorum”undan çok Behçet Necatigil’in kesik dizeleri, tireleri, yarım anlatımları geliyor aklıma.
CD: Kitabın önsözünde “büyükbabalarıma olan tek borcum onları şerefli bir biçimde eskitmekten başka ne olabilir?” diyorsunuz. Aynı zamanda: “eskimiş paradigmaları, söz dağarcıklarını, doğruları, hakikatleri yeniden üreterek; “eski öyküler üzerinden zarif varyasyonlar” yazarak; bugünü yakalayan şiirler yazmanın olanaksızlığını da belirtiyorsunuz. Hem kekeme şiirin gelenekle ilişkisini, hem de ‘eskitme’ kavramını biraz daha açmanızı isteyeceğim.
EA: Büyükbabalarımı aynen tekrarlarsam onları eskitmiş olur muyum? Yoksa onlardan devraldığımı onların yerine geçmek için kullanarak mı onları eskitebilirim? Bu sorunun cevabı kolay oldu…
CD: Bu sorunun cevabı bu kadar kolay olsun istemem elbette. Büyükbabaların aynen tekrar edilmesi ‘eskitme’ olamayacağı gibi, gelenekle herhangi bir biçimiyle ilişkiye girmek anlamına da gelmiyor. Oysa biliyoruz ki ‘eskitme’ kavramının geçtiği bir yerde babalar, büyükbabalar, hatta üvey babalar bile ciddiye alınıyor demektir. Gelenekle ‘meşru’ ve yaygın bir ilişki biçimi olan ‘dönüştürmek’ yerine ‘şerefli bir biçimde eskitmek’ ifadesini kullanıyorsunuz. ‘biraz daha’ açmanızı isteyeceğim. 
EA: Babanın katlinden söz ediyorum. “Geleneği dönüştürmek” belkemiksiz bir deyiş; neye/nasıl dönüştürmek? Gerçek bir dönüşüm çekiç ve örsle yapılır; ben “geçmişle hesaplaşma” deyişini daha çok beğeniyorum. Sanat ancak savaşlar içinde güllük gülistanlıktır. Atalarımla çatışmaya değmiyorsa nedir onları şereflendirecek olan? Kirkegaard “her çocuk babasını doğurur” derken bunu kastediyordu. Oğul, oğul olarak, oğul biçiminde belki yarına kalacak olan babayla savaşarak onu var eder. Türk Şiir tarihine bakınca da başka bir üretken ilişki biçimi göremiyorum, babanın oğulla mutlu mesut ilişkisi diye bir şey yoktur. Çok besleyici ve çok kavgalı bir ilişkidir. Ama savaş deyince “yargısız infaz” da anlaşılmamalı elbette. Şairlere mümkün olan her fırsatta edebiyat eleştirileri yazmalarını ve dergi çıkartmalarını öneriyorum, bunu yapmayan şairin şiirini hangi “duvara astığı” belli olmuyor. Üslupsuzluğun git gide artması da bunun sonuçlarından birisi.
CD: Hece dergisinde Hayriye Ünal’la yapmış olduğunuz bir söyleşide “Reklâmlar çoğunlukla şiirlerden daha fazla şiir içeriyor ve şiir her geçen gün bunlara karşı alan kaybediyor” demiştiniz. Klasik manadaki şiirin başlangıçtan beri önemli bir reklâm aracı olarak dinlerin, ideolojilerin, devletlerin hatta aşkların reklâmını yapmak için kullanılageldiğini söylemek mümkün. Günümüzde ise; hem de şairlerin eliyle kapitalizmin hizmetine sunulduğu bir gerçek. Ancak sizin tanımladığınız anlamıyla kekeme şiir bu amaca çok da uygun görülmemekte. II. Yeni de vaktiyle politik söylemin taşıyıcılığını (reklâmını) yapmaya uygun olmadığı için anlamsızlıkla suçlanmıştı. Reklâm ve şiir arasındaki gitgide artan bu yakınlaşmadan ‘erdemli’ bir biçimde kurtulmak ne derece mümkün sizce?
EA: Benim zamanımda şair denen şey önce solcu olmak zorundaydı, dolayısıyla şair olmadan önce politikacı olunurdu, şimdi önce şair olunuyor ama şairlerin politikanın “p”sinden anlamamaları onların enselerini kalınlaştırmıyor doğrusu. Şair kendi işini kendi yapar, politikacıdan ders dinleyince olmuyor. Dolayısıyla gençler, kendilerini Türkçe Şiiri içinde yer almaya aday görmüyorlar, tek dertleri “süper lig”i mahalleye taşımak.
     Kültürel ortamın yıllardan beri solcular tarafından yönetilmesi sebebiyle, sağcılar (burada bir karalama amaçlamıyorum, bu dünya görüşünden gelenleri kastediyorum) kendilerini bildi bileli “topu çalmaya” çalışıyorlar. Soyut dergisinde Muzaffer Uyguner’in anılarından okuduğumu zannediyorum, Necip Fazıl’ın bir ara “bayrak bende yetişen alsın” demesi gibi. Türk Şiirini bir bayrak yarışı metaforu içinde algılamak mümkün değil. Müslümanların, müslüman mahallesinde salyangoz satmaları gerekiyor ve bu onları bir miktar tuhaf davranışlara/ittifaklara yöneltiyor.
     “Usta” denenlerin kendi seçtikleri şiir yolu tıkanmış, durmuşlar; herhangi bir genci okurlarsa, beğenirlerse onun kendi yerlerini işgal edeceğinden korkuyorlar. Tek şansları bulundukları yerde mümkün olduğunca ayak diremek.
     Ustasıyla acemisiyle herhangi bir “erdemli duruş” gördüğümü söyleyemem Türk Şiirinde. Daha önce yazmıştım, şairler kendileri için çalışmaktan Türk Şiiri için çalışmaya fırsat bulamıyor diye.
     “Reklamcı şair olmaz” gibi bir slogan atmaya niyetim yok, ancak şiir dünyası her geçen gün kapitalist reklam kültürüne alan kaybederken, şairlerin reklam dünyasına katkıları sinirimi bozuyor. Sonuçta yeni bir otomobil sahibi olmak, bir anda, bir insanın uğruna yaşamını harcayarak elde edebildiği “ahlaklı” duruşu, bütünlük duygusunu ona verebiliyor mu? Bugün bir reklâm duydum radyoda, “her otomobil sağa sola, ileri geri gidermiş, ama bu özel otomobil yukarı da kaldırırmış sahibini”. Kesinlikle solcu bir şair elinden çıkma bir metafor: “İşçi iktidarının” yerine “otomobil sahibi olmak”; “sınıf savaşı” yerine “sınıf atlama” getirerek elde edilmiş. Ne diyebilirim ki? Aferin!
     Yanlış anlaşılmak istemem, şairin sosyalist veya müslüman veya başka bir şey olması gerekmiyor, ama muhalif duruş önemli, muhalif olmayan şair olamaz. Şair aptal olur mu?
CD: Annesi Ali Ozan’ı (iki yaşındaki oğlum) iştahsızlık nöbetlerinde reklâmların cazibesiyle oyalayarak doyurmaya çalışıyor. Dolayısıyla en çok izlediğimiz televizyon programı reklâm kuşakları. Kusursuz ve abartılı yerli reklâmların arasına serpiştirilen sıkıcı yabancı reklâmlar nedeniyle zor anlar da yaşıyoruz. Kapitalizmin bir yerinde çalışmak başka bir yerinde çalışmaktan daha iyidir deme şansımız yok, ama bir yanda neredeyse hangi reklâm metnini hangi ‘şairimizin’ yazdığını tahmin edebilecek noktaya gelen şiir-reklâm ilişkisi, diğer yanda bir ‘erdem’ olarak nitelediğiniz kekemelik. Firmaların edebiyat dergilerine verdikleri reklâmlarda bile muhtemelen dergi editörlerince dönüştürülmüş sahte şiirsellikler filan, sanırım benim sinirlerimi biraz daha fazla bozuyor.
EA: Gerçek dini, daha doğrusu inanma yeteneğimizi uzun zamandan beri kaybettik, sadece bir takım zorunluluklarını gündelik hayatın bir parçası olarak yerine getirenler var. Dinin gündelik hayatla ilişkisi değil de, insanın neden burada olduğunu ve bunları yaptığını açıklamakla ilişkisi zayıfladıkça, yani hayatın anlamı dediğimiz şeyi giderek daha az açıklayabildikçe bu soru cevapsız kalıyor, ortaya bir boşluk çıkıyor. Boşluğu doldurmaya üç aday var diyor Rorty: Şiir, bilim ve kapitalist tüketim ideolojisi. Bunların ilk ikisi boşluğun verimli bir biçimde devamına çalışırken sonuncusu, bu boşluğu içine bir takım “şeyler” atarak doldurmaya yeltenir. Boşluğu imha etmeye çalışır. Oysa “arzu”nun mantığı arzunun hiçbir zaman doyurulamayacak bir yükseklikte konumlandırılmasıdır. Kapitalist tüketimin mantığı da bunu temel alarak işliyor; “işte şu metaı tüketirseniz boşluk dolacak” filan diyor. Ama bunu diyebilmek için sürekli boşluğu vurguluyor, “şu anda boşsunuz çünkü bu metaya sahip değilsiniz” diyor. Son zamanlarda özellikle otomobil reklâmları gibi alanlara baktığınızda reklâmların gittikçe şiirselleştiğinde hemfikirim. Reklâmcıların, şair olmasalar da, hayatta hiç şiir okumamış olsalar da şiir kitaplarından nasıl yemlendiklerini biliyorum. Bu gidişle bütün inançlarını yitirmiş, obez, elleri alışveriş poşetleriyle dolu insan tipi bu çağın sembolü olabilir. Bu oldukça çirkin sürecin parçası da değil üreticisi, sürecin tetikleyicisi ve sürücüsü olan şairler ise kendilerine bunu nasıl açıklıyorlarsa açıklasınlar. Ama şiirlerinde bu açıklamayı göremiyoruz, her şair, “insan halini” şiiriyle inandırıcı kılmak zorundadır. Bu açıklamayı göremediğimiz şiirin inandırıcılığı eksik kalıyor. Sadece inandırıcılık şiiri bir yere taşıdığından değil ama hiç inandırıcı olmazsanız en fazlasından “hoş” şiirler yazabilirsiniz.
CD: Yukarıda anmış olduğum söyleşide Güzel Boşluk adlı şiir kitabınızın ‘kabul edilemez’ vasfının bugün ‘kabul edilebilir’ olmasını son dönemdeki değişimlerle ilişkilendiren bir soruya, Cemal Süreya’nın 1987’de söylediği “Türk Şiirinin yeni bir aşırılığa ihtiyacı var” sözlerini hatırlatarak yanıt veriyorsunuz. 90’lardan günümüze sizin de içinde bulunduğunuz Türk Şiiri, Cemal Süreya’nın bu önerisini kimlerle ve ne ölçüde karşılamıştır?
EA: Karşılayabileceği kadar karşılamış gibi gelmiyor bana. İsimlerini riske atmak istemeyen ustalar kesinlikle duymadılar bu çağrıyı. Bazı kitapların nasıl, neden yazıldığını bilme şansım oldu. Akif Kurtuluş, Osman Konuk kendi özel tarzlarında bu çağrıya uyan isimler oldular. 1990’larde ne oldu bilmiyorum ama ne olduysa o dönemde oldu, TV kanallarıyla beraber pop şarkıcıların sayısında dehşetli bir artış ve kültürde bir yenilenme… Roman hareketli ama şiir çok hareketli değildi gibi geliyor bana, belki milenyum değişiminin yarattığı bir beklenti. O olan şey her ne ise, şiir de nasibini almış görünüyor, dediğiniz gibi “kabul edilemez” diye pek bir şey kalmadı. Ben henüz bu durumu, binli yıllar değişiminin yarattığı psikolojik beklenti dışında tam olarak açıklayamıyorum.
 

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın